bir dost, bir post yeter bana...
“Bizi, arabanla köye bırakabilir misin?” dedi Tahtacı Hasan ve devam etti “Çok eski bir aile dostumuz vardı Karanlık Köyü’nde. On beş yıl kadar önce. Biz o köyün dağlarında orman kesim işleri yapıyorduk. Tanıştık işte o yıllarda. Aile dostu olduk. Sonra işlerimiz bitti, yollarımız ayrıldı. Sekiz, on yıldır birbirimizi hiç göremedik. Onlar köyde; Biz, yersiz, yurtsuz bir dağdan bir dağa. Ama gönlümüz hep beraberdi.
Geçen hafta Gökbel Dağı’na gelip barakalarımızda bizi buldular. Kızının düğünü varmış yarın. Davetiye bıraktılar. Biz de katırlarımıza bakacak birilerini bulup yollara koyulduk. Sabahtan beri yollardayız. Akcaova-Çine-Yatağan ve bura. Dört dolmuş değiştirdik. Çok da yorucu oldu. Haydi ben neyse, Yengen zaten hasta. İyice perişan oldu. Zamanın varsa bizi Köye bırakır mısın?”
Aslında hiç zamanım yoktu. Ama farklı gözler, farklı şeyler anlatıyordu. Bir çay içiminden sonra yola koyulduk.
İnsana hasretti sanki Tahtacı Hasan. Yol boyu hiç susmadı.
Sanki Mecnun’la Leyla; Kerem’le Aslı’nın aşkından söz ediyordu. Bir yandan Tahtacı Hasan ve Ailesi, öte yandan Karanlık Köyü’nden Sani. Kim bilir belki de ikisi de aynı tarafta ama biz şaşı görüyoruz?
“Biz birbirimizi görmezsek de hep beraberdik” diyor ve ekliyor “Diyeceksin ki nasıl? Alışverişe Şehre indiğimizde gözlerimiz hep araba plakalarında olurdu. Bodrum plakalı bir araba görünce durdurur, tanıyorlarsa haber alır, selam yollardık. İnsan dağlarda yalınız kalınca dost özlemleri öyle ağır basıyor ki.
Aslında cep telefonu çekse daha da rahat olacağız ama henüz bizim oralara ulaşmadı. Ulaşsa bile elektrik sorunu var tabi.
Geçen güz yaşlandık artık dağları bırakıp Mardan’daki köyümüze dönelim dedik. Döndük de. Ama bir türlü düzenimiz tutmadı. Yengen, her gün hasta. Gitmediğimiz doktor, hastane kalmadı. Kimse bir şey diyemedi. Her seferinde hiç bir şeyiniz yok diyip bizi hep geri yolladılar köye.
Yok diyorlar ama bizim ki yemez, içmez, konuşmaz oldu. Gece sabaha kadar evde dolaşıp duruyor. “Ben, bu gürültülerde uyuyamam. Bu hava beni boğuyor. Duvarlar, üzerime üzerime geliyor” demeye başladı.
Psikologa git dediler. Gittik de. Bir hafta, on gün sadece konuştu bizimkiyle. Şükür ilaç filan yazmadı. Bayan bir doktordu. Dertleşti durdular günlerce. Ne yaptı, ne konuştular doğrusu ben de fazla bilmiyorum. Sormadım da.
Doktor, Bizim Hanımın aklına yine dağları soktu. Bizimki tutturdu gidek de gidek. Ardından Doktor, beni de zorlamaya başladı; gidin ha gidin. Yaşlıyız artık bu yaştan sonra orman işleri yapmak, çam kesmek, soymak, taşımak, dağlarda yaşamak bize göre değil dedim. Dedim ama “Başka da çare yok, Hanımın ilacı bu” dedi.
Tekrar göçümüzü yükledik. Dön dağlara. İnat bu ya bu sefer Gökbel’Dağı’nın en yükseklerine kurdum barakayı. Bizimkinin hiç bir şeyi kalmadı. O hafta düzeldi. Maşallah şimdi turp gibi.
Bizim bu çektiğimiz tam bir rezillik. Elektrik yok. Yol, su berbat. Kışın barakalar soğuk. Dünyadan haberimiz yok. Ölenimizi, kalanımızı bile aylar sonra duyuyoruz.
Ama helal olsun bu adamlara. Gelip o dağlarda bizi buldular ya. Nasıl buldular, doğrusu biz de şaşırdık. Sora sora belki Bağdat bulunur ama bizim dağlarımızın yolu Bağdat gibi hiç de düz değil.
Aslında düğün yarın akşam. Bir ihtiyaçları olabilir dedik de bugünden yola çıktık. Gerçi bizim elimizde avucumuzda da bir şey yok. Ama olsun Allah ne verdiyse. En azında işlere yardımcı oluruz…”
Yaklaşık yarım saatlik bir yoldu. Kulaklarıma inanmıyordum. Nasıl bir insana susamışlık, Ne ilginç bir yaşam, ne büyük bir dostluktu anlatılanlar.
Yolda ki duyduklarım, evde gördüklerimin gölgesiydi sanki. Dev gibi bir dostluk örneği dikildi önüme. Gökbel Dağı ve Karanlık Köyü, yatak yorgan gibi; yağmur ve toprak gibi örtüşmüştü. Yol boyu susmayan diller de yorulmuştu sanki. Diller susmuş eller, kollar, gözler konuşuyordu.
Belki bilinç altı bir kıskançlıktan, belki de dışlanmışlıktan olacak ki duygular yeşerdi dört bir yanımda. Her şeyi gölgesinde bırakan bu büyük hasret ve dostluk seli, benim varlığımı çoktan silip süpürmüştü. Ben döneyim dedim, bir su içip yollara koyuldum.
Dönüşte içimde bir şeyler kaynıyordu. Bir beni düşündüm, bir de Tahtacı Hasan’ı. Olanaklarımı, ilişkilerimi, çevremi ve çevremdeki kalabalıkları. Yoksa dostlukla yokluk arasında gözlerin göremediği, aklımızın eremediği bir bağ mı vardı?
Nedense dönmek gelmedi içimden sadece saksılarında ve mezarlıklarında toprak kalan bu kente. Dostluklar, topraklarla birlikte yok olurmuş. Toprak erozyonu, insan erozyonuyla başlarmış. Koca Veysel’e yar olan toprak, artık bize dardı. Biliyorum gitmek gerek bu diyarlardan. Biliyorum ama nereye? kime?
Kente varmadan son Köyde oturan ve uzun süredir özleyip de göremediğim bir dosta uğramak geldi içimden. Uğradım da.
Öyle bir sarıldım ki. Nedenini ne O anlayabildi, ne de ben anlatabildim.
Ayrıldığımda “Bugün sende bir hal var” dedi.
Evet bugün bende bir hal var ama anlatamıyorum işte, dillerim lal.
Orhan Veli’nin dizeleri geldi aklıma. Bir yer arayıp da “ Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum ama anlatamıyorum…” demesi gibi bir şey.
Yoksa Tahtacı Hasan’ın Eşi dağlarda mı bulmuştu; bizim dört kitapta, dört duvarda; caddelerde, sokaklarda arayıp da bulamadığımız mutluluğu? Yoksa Tahtacı Hasan’ın insan kalmasının bir nedeni de insanlardan uzak kalması mıydı?
Yoksa dostluk rakımlarla ilgili bir kavram mıydı? Karaçam gibi, ardıç gibi, sedir gibi alçaklara indikçe kuruyor muydu?
Doğrusu benim de aklım ermedi. Siz kendi yalnızlıklarınıza gömülüp yalan ekranlarda sanal dostluklar arayadurun; Ben o gün arabamla taşıdım, gözlerimle gördüm dostluğu ve mutluluğu.
“Mutluluk ve dostluk”, zaman ve mekan kavramlarının dışında bir şeydi. Ne maldı, ne unvandı. Bir yıldızdı. Gökbel Dağı’ndan Karanlık Köyü’ne kaydı. Ama kente inmedi, kirlenmedi. Ben gördüm. Dev gibi iki insanın avuçlarındaydı.
Tahtacı Hasan ve Karanlıklı Sani. Ya siz? Siz hiç gördünüz mü? Susmayın ne olur. Nerede? Hani?
|