Ü ÜRÜ ÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜ….
Yaklaşık kırk yıl öncesi, altmışlı yılların sonlarıydı. Babam, Divriği’de demir madeni emekçisiydi. Gecekondumuzun altı kümesti.
O zamanlar "servis arabası" kavramı henüz yoktu. Babam ın yürüyerek yaklaşık iki, üç saatlik dağ yolculuğu vardı, maden ocağına varması için.
Babam, sabah hava aydınlanmadan, kümeste ki horoz ötünce yollara koyuluyordu.
Horozun saati hiç belli olmuyordu; Kimi gün erken, kimi gün geç; Babamın kısmetine artık.
İstanbul’a giden Abim, Babam ı bu beladan kurtarmak için horozlu bir çalar saat yollamıştı.
Saatti kurmasını beceriyorduk ama arkadaki ses ayar düğmesini bilmiyorduk.
Saat, çalıyordu ama sesi en aza ayarlı olduğundan gece uykusunda kimse saatin sesini duyamıyordu. Hele hele yorgun ve bitkin babamın bu sesi duyup da uyanması hiç mümkün değildi.
Babam da benim gibi akıllıydı. “Siz saati kurun, bana verin” dedi.
Biz, saati kuruyorduk; Babam, saati kümese horozun yanına koyuyordu; Saat çalınca horoz uyanıyordu; Horoz, ötünce Babam uyanıyor, yollara koyuluyordu.
Bu sistem tutmuş ve yaşamımızın bir parçası olmuştu.
Bir gün saati kurmayı unutmuştuk.
Babam, bir uyanıyor ki şafak atmış, işe gecikmiş.
Önce bocalıyor; Uykulu uykulu olanlara bir anlam veremiyor. Sonra hızla kümesin kapısını açıyor; Meğer saat çalmayınca horoz da uyanamamış, uykuda kalmış.
Horoz, uyanıp bir saate, bir babama bakıyor, şaşkınlıkla ve heyecanla “ü ürü üüüüüüü” diye ötmeye başlıyor.
--------------------------------------------------------------
Not : Hiç yalanım yok vallahi, inanmayan saati yollayan abime de sorabilir : )))))